3 Ağustos 2010 Salı

Mina Sofia'nın ilk yazı...

Temmuz'un ortalarıydı, Mina tam 6 aylık olmuştu. Kışın ortasında, bebek arabasını ilk aldığımız zamanlarda bu dönemi ne denli sabırsızca beklediğimi çok iyi hatırlıyorum. Doğduğum ayda, o da artık yaşını yarılamış olacaktı.

Ve işte, o günler gelmişti de geçiyordu bile... Her zamanki gibi sıcak bir öğleden sonrasında yatağa uzanmış vakit geçiriyor, aylaklık yapıyorduk. Yatak odası , o saatlerde evin en keyifli köşesi. Açık pencereden yapraklarının yeşiline doyamadığımız ağaç, yakalayabildiği her rüzgar esintisini odamıza gönderiyordu.

Mina ise geniş yatağın üzerinde kah pencereden dışarıyı gözlemleyerek, kah beni inceleyerek, kafasına estikçe de yuvarlanarak öğleden sonrasının tadını çıkarıyordu. Ben de yanına uzanmış, onun varlığının tadını çıkarıyordum.

Ansızın farkettim; bu yaşadığımız günler, Mina Sofia'nın ilk yazı.... Bu yaz bana hep toz pembe renginde gibi geliyordu, şimdi anlıyorum, sebebi bebeğim. Onun pembe yanakları, pembe dudakları, pembe avuç içleri ve topukları bu yaz günlerini hep toz pembe kılıyor.

Bu yaz pembe orkidemiz de ilk defa kıştan sonra ikinci kez açarak "pembe şenlikleri"ne katkıda bulundu. Dahası pembe Japon gülümüz 6 yıl sonra yeniden ard arda açmaya başladı. En yakın dostu mum çiçeği de yine 6 yıl aradan sonra pembe embriyolarıyla hayata döndü.

Bol yağmurlu bir yaz oldu, rüzgarın, fırtınanın her çeşidi evrenin yeni bireyiyle tanışmak için içeri doldu, ağaçlar daha da bir coştu. İki kumru kendilerine yuva kurmak için balkonumuza taşınıp durdular. Etraf adeta kuş cennetine döndü; 8-10 yılda bir olan "Lymantria Dispar" türü kelebeklerin popülasyonundaki artışla, Mina haftalarca kelebeklerle birlikte yemek yedi, uyandı, yattı, hayatı gözlemledi. Dünyada süre gelen tüm olumsuzluklar adeta gölgelendi, onlara inat umut yeniden yeşerdi.

Ve şimdi yazın en tatlı tembeli Ağustos'la halvetiz. Mina'nın ilk yazı hala sürüyor.

Küçük kızım bebek arabasının diğer aparatında artık oturabildiği için, etrafı izleyebilmek uğruna, mümkün olduğunca o tatlı sabah uykusunu ertelemeye çalışıyor. Günler hala nisbeten uzun olduğundan akşam bizimle ayakta kaldığı süreden de pek ödün vermiyor.

Hatta geçen pazar bize eşlik bile etti. Nando's Peri Peri'de dostlarımızla akşam keyfi yaparken, masadaki yerini o da aldı. Biz de böylece ilk defa dışarıda bebeğimizle birlikte uzun uzadıya takılma ve yaz akşamının tadını çıkarma fırsatı bulduk.

Bach'la üçüncü yazımızı kutlarken, Mina Sofia sayesinde yine bir ilk yaz heyecanı yaşıyoruz. Her ikimiz de deniz müptelası olmamıza rağmen, işlerden güçlerden tatile çıkamamış olsak bile, bunu çok da dert etmiyoruz. Çünkü en güzel deniz henüz Mina Sofia ile birlikte gidilmemiş olanıdır!

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Hayat dediğin hep bir sınav mıdır?

Herkesin bir hayat anlayışı vardır. Ve çocukluğumuzdan beri biliriz ki, ne yaparsak yapalım, olanlardan ders almak en önemli erdemlerden biridir. Çünkü hayat hatasız geçmez, kim bunun tersini söylerse yalan söyler. Kimi hataları telafi etmek güç olsa da, kimi için yine olsa, yine yaparım dense de, kimiyle ilgili yüzümüz kızarsa da.... Hayat hatasız geçmez!

Her neyse, biraz mantık çalışalım. Hayat aldığımız derslerden ibarettir. Kimi zaman dersimizi çalışmış görünürüz, kimi zaman dersimizi alır, geçeriz, kimi zaman da çuvallarız. Bir sınav olmadan ders notları değerlendirilemeyeceğine göre... Öyleyse hayat bir sınavdır.

Mantığı dışlayıp, mistik takılırsak eğer, hayat bir sınavdır lafı çok başka anlamlara çıkar. Diyelim ki, başınıza hep bir çorap örülüyor, siz rahat etmek istedikçe, o çorabın örgüsü bir türlü bitmiyor. Siz de bir şekilde başa çıkıp, yine de şükrediyorsunuz, değil mi? Hayatın sizi sınava çektiğini, sınavı doğru verdiğinizi düşünerek. Ve derken bir sınav, bir sınav daha...

Önümüze her zaman iki şık çıkar, ama her konuda. Siz, hatalı ya da değil, bir tercihte bulunursunuz. Mistizmi bir kenara itip, mantığı yeniden ele alacak olsanız, yaşadıklarınızın temelinde aldığınız hatalı kararın yattığını görürsünüz. Ancak, bu noktada, yine olsa yine yaparım diyorsanız, bir derece yırttığınız söylenebilir. En azından bir nebze olsun teselliniz vardır, yola devam etmeye gücünüz de.

Eh, üstelik sürekli herşeyi de mantık içinde değerlendirmek güçtür. Duygusal davrandığımızda mantığımız kolayca örtülür zaten, insan olmanın zayıf tarafıdır bu. Mutlak doğruya takılmazsanız, sürpriz sonuçlara da katlanırsınız. Bu da en az dünya kupası kadar heyecan vericidir zaten!




28 Haziran 2010 Pazartesi

Acaba kızım hangi köşe yazarlarını okuyarak büyüyecek?

Deniz sezonu başladığında Yeşilköy sahili erkenden piknikçilerle dolmaya başlar. Sabah yürüyüşüne bizim ufaklıkla birlikte ne kadar vakitli çıkarsam çıkayım, o piknikçilerden daha önce davranmayı bir türlü beceremem. Ve ne yazık ki, geç saatlerde ancak toplanmaya başlayan çöpler yüzünden, bir önceki günden kalan çerçöple birlikte konuşlanırlar en cazip noktalara.

Yüksek sesle konuşmalar ve çığırtkan avazlar da sabahın köründe başlar böylece. Mina Sofia, kısa bir süre sonra arabasında uykuya dalacağından, bunun ertelenmesinden endişe duyarım hep. Derken, bir o eksikmiş gibi bütün bu kargaşaya çöp arabasının sesi de eklenir.

Sabah yürüyüşünün tadı yaz boyunca kaçar. Çöp kokusu denizin kokusunu bastırır. Artık denize de bakamazsınız, etrafın haline takılmaktan. Kah bankın üzerine bırakılmış bir karpuz kabuğuna gözünüz kayar, kah etrafa gelişigüzel savrulmuş bir önceki günden kalma artıkları gagalayan kargalar dikkatinizi dağıtır. Velhasılıkelam, tek bir güzel görüntüye denk gelemezsiniz güne başlarken.

Bu gün de her zamanki gibi başladı. Sırasıyla bütün piknikçilerin yanından geçtim. Herkes sabah kahvaltısını yapıyordu, kimi çocuklar denize kendilerini çoktan atmıştı. Bir istisna dışında: 11 yaşlarında bir oğlan çocuğu, karnını doyurmaya çalışan ailesinin biraz ötesinde kenara çekilmiş ve gazetesini okuyordu. Görüntü beni şaşırttı, çünkü çok uzun zamandır gazete okuyan bir çocuğa denk gelmemiştim. Çevremdeki hiçbir çocuk artık gazete okumuyordu ne yazık ki.

Oysa ki, bizim jenerasyon okumayı gazetelerle söktü. Hatta sabırsızlandığımızı hatırlıyorum, gazete okuyacağımız günlere kavuşmak için. Bu büyüdüğümüzün bir göstergesiydi, tıpkı otobüsteki askılıklara boyumuzun eriştiği gün gibi. Annelerimize, babalarımıza onlar bir işle meşgulken biz okurduk tüm gazeteyi. Sevdiğimiz bir köşe yazısını, karikatürü ya da haberi ve hatta bazen tüm gazeteyi arşivlemeyi de onlardan öğrendik.

Komşularımızda, tanıdıklarımızda çok vardı örneğin, Cumhuriyet gazetesini, Gırgır'ı atmaya kıyamayıp da paket paket saklayan. Bazen evin bir odası sırf bu merak için gözden çıkarılırdı. Şimdi herhalde çok insana uçuk gelir günlük bir gazeteyi biriktirmek.

Dün, Soner Yalçın sayfasında İlhan Selçuk'u anlatıyordu. Bir de 2009'da yayınlanan bir köşe yazısına yer vermişti. Ben bu yazıyı çok öte zamanlardan bir yerden hatırlıyordum. Zaten üstad, 2008'deki Ergenekon soruşturmasının ardından ciddi bir kalp krizi geçirmişti ve Cumhuriyet de o tarihten itibaren eski yazılarını yayınlıyordu. Ancak, 'Dalkavuk ve Soytarı' başlıklı yazıyı yine aynı zevkle okurken, "İşte" dedim, "biz bu düsturdaki adamları okuyarak büyüdük". Ve ardından da kendi yazımın başlığı geldi: "Acaba kızım hangi köşe yazarlarını okuyarak büyüyecek?"

Üstelik köşe yazarlarımızın hayatlarını ve yaşam deneyimlerini de sular seller gibi, gayet iyi bilirdik. Hayır, kendileri köşelerinde anlattığı için değil, kitaplarından; dergilerde, gazetelerde yer alan röportajlardan... Onlar bizim için gerçek birer rehberdi, biz çekirgeler işte böyle büyüyüp serpildik. Ağaç tepelerine tırmanıp, gazoz kapaklarını ceplerimize doldurarak çocukluğumuzu dolu dolu yaşamasını da bildik, gazeteyi evde ilk kapan kişi olma yarışına da girdik.

Kızıma, ismini Mina Urgan'dan ilham alarak koydum. 'Bir Dinazor'un Anıları'nın ilk yayınlandığı günden beri bu isim aklımın bir köşesinde beklemedeydi.

Urgan, 80 yaşında kendi hayatını kaleme aldığında, hayatını hem dolu dolu yaşayan, hem de bilgi deryası ve ilham verici cesur bir yürekle tanıştırmıştı bizi. Hep, bir kızım olduğunda, onun gibi yaşamın tadını çıkarmasını bilen bir bilge olmasını hayal ettim. Eşim ise 'eksiksiz bilgelik' manasına gelen ve felsefe, sufizim, sofistike gibi pek çok kelimenin kökeni olan Sofia'yı ikinci isim olarak kızımıza yakıştırdı. Erkek kardeşi Oktay'ın deyimiyle bir masal kahramanı ismi gibi olan Mina Sofia da işte böylece doğmuş oldu.

Bu ismi, kışın eşimle birlikte sahilde yürüyüş yaparken, bizden başka kimselerin olmadığı bir günde oluşturmuştuk. İşte, şimdi bu yazı da sahilin en curcunalı olduğu bir yaz günü meydana geldi. İlginç!




21 Haziran 2010 Pazartesi

Hiç bir şey eskisi gibi değil!

Kaç gündür Bach'la konuşup, dönüp dolaşıp aynı konuya geliyoruz: Hiç bir şey eskisi gibi değil!...

Bugün de İlhan Şelçuk'un ölüm haberi üzerine yorum yaparken, bir baktım neticede aynı sözler dökülüyor ağzımdan...

Çocukluğum ve gençliğim Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Atilla İlhan ve İlhan Selçuk'u yazılarından ve kitaplarından takip ederek geçti.

20'li yaşların başında, gazeteci olmaya ve hayata yeni yeni tutunmaya çalışırken, Uğur Mumcu'yu kaybettim. Hatta bu kayıp beni akabinde depresyona da soktu; çok önemli bir değerin eceli gelmeden cinayete kurban gitmesini sindiremedim bir türlü ve geleceğimi tehdit altında hissettim. Belli bir süre umudumu yitirmiş bir halde elimde olmadan karalar giyip dolaştım- O yıllarda siyah Türkiye'de pek de sofistike olarak algılanmazdı zaten.

29 yaşıma vardığımda gelecekle ilgili kaygılarımı bir kenara itmiş, işimi gücümü otutturmuş, iyi kötü de pişmiş bir insandım. Derken Ahmet Taner Kışlalı'nın cinayet haberi geldi. Bu sefer depresyona girmesem de, şu dünyada tutunduğum bir değerden daha olmuştum.

Ve yaş 35 oldu. Cumhuriyet'i artık sadece Atilla İlhan'ın yazdığı cuma günleri alıyordum. O alışkanlığın da tadı farklıydı. Alışkanlıkları ve belli rutinleri seven biri olarak, 2005'te yine bir dal koptu benden. Atilla İlhan'ın ölümüyle yüreğimdeki boşluk iyice büyüdü. Eceliyle gitmesi ise tek tesellim oldu.

Neredeyse 40 olmak üzereyim. Sadece günler kaldı yaş günüme. İşte şimdi de İlhan Selçuk'la vedalaştım. Geride bıraktığım yılları dolduran bu dört silahşörün kaybıyla, bir dönem tamamıyla kapandı. Artık hiçbirşey eskisi gibi değil.

Zaten uzun süredir ne gazetelerin tadı vardı, ne de köşe yazarlarının. Televizyon konusuna ise hiç girmeyeceğim bile. Birkaç tane ismi saymazsak, o eski dokusu, aydınlığı yok hiçbirşeyin. Haberi üreten de, tüketen de başka türlü sanki.

Gazeteciliğin en tatlı yıllarında, cesaretin, emeğin, birikimin ve gerçek üretkenliğin övgü aldığı zamanların ucundan köşesinden tatmış biri olarak, şu anki duruma bakıp da üzülmemek mümkün değil. Ancak yayıncılık zaten akıp giden hayatın bir uzantısı.

Ve ne yazık ki, hayat artık çok farklı besleniyor.

Dün gece gördüğüm bir rüya ise sanki bu gerçekliğin altını çiziyordu.

Rüyamda insan gibi görünen, mükemmel profilli ve güçlü bir tür biz gerçek insanları aniden yok etmek için saldırıyordu. Büyük modern bir binada gerçekleşiyordu bu katliam. Ben ise bir köşeye saklanıp henüz sağ kalmayı başarmıştım. Ancak binadan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Derken biri yanıma gelip elimden tuttu, koridora çıktığımızda da bir temizlik görevlisinin terk edilmiş kirli çamaşır arabasından bana anahtarlarla dolu geçiş kartını çıkarıp verdi. Hızlı hızlı o mutantların yanından soğuk kanlılıkla geçip, kartımızı kullanarak dışarıya, caddeye çıkmayı başardık. Yine de temkinli yürüyorduk, çünkü etrafta insan gibi görünenler ya sadece göz yumulduğu için bilerek hayatta bırakılanlardı, ya da bahsettiğim türe ait gerçekte insan olmayan insanlardı.

Böyle bilim kurgu tarzı rüya pek görmem. Bu yüzden de benim için son derece etkileyici ve düşündürücü doğrusu. Üstelik, içinde de bir gerçek saklı gibi nedense; tıpkı rüyamdaki terk edilmiş kirli çamaşır arabasında olduğu gibi....







13 Haziran 2010 Pazar

Masum bir annenin dünya kupası ile gerçekleşen müthiş dönüşümü- Vuvuzela

Dün akşam da her zamanki rutinle başlamıştı. 5 aylık bebeğim Mina Sofia ile geçen hareketli bir günün ardından, banyosunu yaptırmış, mamasını yedirdikten sonra saat 18.00'de babasına uyutması için teslim edip, mutfakta akşam yemeği hazırlıklarına girişmiştim.

Fransa Açık Tenis Turnuvası'nın ardından son üç günümüz de full time Güney Afrika'daki Fifa Dünya Kupası ile geçmeye başlamıştı. Mina Sofia ise artık turnuvalar eşliğinde salonda uyutulmaya iyice alışmıştı.
Tabii tek farkla, dünya kupasında televizyonun sesi mümkün olduğunca kısılıyordu.

Kupa'nın ilk günü Güney Afrika- Meksika karşılaşması olduğundan bizi çok rahatsız etse de Vuvuzela'nın sesine o kadar da takılmadık. Hatta bu borazanla ilgili düşen bilgileri ilgiyle takip ettik. Ne de olsa Afrikalılar'ın milli enstrümanı gibi bir şeydi ve adamlar onunla tezahurat yapmayacaklardı da neyle yapacaklardı. Üstüne rakip takımı paralize etmenin en etkili yolunu da bulmuşlardı besbelli.

Akşam; sabah Mina ile 6'da kalkıp güne başladığımdan yorgun düşüp Fransa - Uruguay maçının yarısında müsade istedim. Yattığım odaya kadar giren arı vızıltılarını andırnan Vuvuzela'ların sesi henüz hücrelerime işlemediğinden olsa gerek mışıl mışıl uyudum.

Sabah da yine her zamanki rutinle başladı. 6'da Mina ile kalkıp, mamasını yedirdikten sonra, 1.5 saat süren deniz kenarında yürüyüş, markete uğrayıp yüklü bir alışverişle dönmek, Mina'ya mamasını yedirirken de, babasına rüyasında neler gördüğünü sormak. Bu benim her sabahki klişe sorumdur.

Her neyse konuyu dağıtmayalım. Bir önceki sabah eşim Bahadır, nam-ı- diğer Bach kabus görmüştü ve bu yüzden sinirleri harap olmuştu. Bu sefer de başka bir kabus gördüğünden gergindi ve Mina'nın yanında anlatmak istemedi. Ben de üstelemedim zaten. Henüz bu durumu Vuvuzela cinnetine bağlamayacak kadar temizdim, aletin etkilerinden nasibimi almamıştım.

Gününün koşuşturmaları sona erip, akşam yemeğimizi balkonda keyifle aldıktan sonra, İngiltere- Amerika maçını eşime eşlik ederek geçirmekte kararlıydım. Uykumu almıştım, neşe içinde futbol sevgisini paylaşabilirdik.

Ve maç başladı, tabii Vuvuzela da. İlk başta çok zor geldi, sonra bir ara alışır gibi oldum. Ama maçın ilk yarısı bitip sessizlik olduğunda, "oh be dünya varmış" dedik birlikte. İkinci yarıda saat ilerlediğinden midir nedir, sese takıldığımdan maça dikkatimi veremedim bir türlü. Zaten Bach'la sürekli Vuvuzela üzerine konuşup, verip veriştirip durduk. Ben artık tribünlere, kimin elinde bu aletten var ona bakar oldum. Beynimi kemiren ses hücrelerime iyice nüfuz etti ve kendimi Vuvuzela çalan her kişiye kafa atma arzusu içinde buldum. Zaman ilerledikçe hiddetim daha da arrtı. Ağzım bozuldu, bir anneye yakışmayacak laflar çıkmaya başladıl.

Derken, kendimi "Fifa'ya mail atacağım, bu böyle olmaz. World Cup, adı üstünde hepimizin Dünya Kupa'sı, olay G. Afrika'da geçiyor diye buna tahümmül etmek zorunda değiliz ki " derken buldum. Maçın sonunu zor getirip, dediğimi de yaptım. Yazının özeti şöyleydi: "Bu gürültü terörüne bir son verin. Vızıltılar yüzünden maçlara konsantre olamıyor, tadını çıkaramıyoruz. Üstüne futbolcular sahada hakemlerin uyarılarını zor duyuyor. Bu durum performanslarını bile etkiliyor olabilir. Ben şahsen kendi adıma Vuvuzela illeti yasaklanana kadar maç izlemeyeceğim."

Gece ne Bahadır ne de ben doğru düzgün uyuyabildik. İki de bir kalkıp durduk. Sinirlerimiz bozuktu, üstüne bir sivri sinek de mussalat olmuştu. Amerikan sapığına dönüşmek işten bile değildi. Sabah her ikimiz de barut gibiydik. Ara ara birbirimize sataştık, bak sinirliyim diye birbirimizi uyarıp durduk.

Gece aldığım kararımı ise uygulamaya koydum. Şu anda balkonda yazımı hazırlarken vızıltıları işitmeme rağmen, gol anları dışında ekrana bakmıyorum. Bach bana sürekli gelişmeleri haber veriyor zaten. Üstüne kameraların Vuvuzela çalanların eşgallerini sürekli gösterdiğinden de bahsediyor. Allahın izniyle o kişileri tek tek tespit edip, G. Afrika'daki adamlarımızla harekete geçeceğiz.

Artık bu iş için bütün dünya seferber oldu ve ortak hareket ediyor, eğer yasak gelmezse Vuvuzela ismi, borazandan çok "11 Haziran- 11 Temmuz Vuvuzela olayları" olarak tarihe geçecek. Nesiller bir borazanın dünyaya ettirdiklerinden bahseder olacak. Yarışmalarda soru olarak karşımıza çıkacak, büyükler çocukların ellerinde küçük masum borazanlar bile görse, müdahale edecek, ileride birer canavara dönüşmelerinden endişe ederek...

Bu arada 11 Temmuz'un doğum günüm olması ise bir tesadüf olmasa gerek. Kendimi Sarah O'Connor (Terminator) gibi biri olarak hayal etmeye başladım bile. Aradaki tek fark buradaki düşmanın zeki ve komplike makineler değil, ucuz bir boru olması.

İşte, 5 ay boyunca yavrusunu emziren, altını temizleyen, hava almaya çıkaran, onunla yatıp onunla kalkan masum bir annenin, bir anda dünya kupasıyla birlikte gerçekleşen müthiş bir dönüşümüdür bu yaşananlar.

Herkese ibret olsun!